4 Mayıs 2013 Cumartesi

Böğürtlen



Akşam oldu yine İstanbul'da. Küçük, kitap kokan dede yadigâri sahaf dükkanında yapayalnızım. Dostlarımlayım aslında. Kimi küflü, kiminin derisi eskimiş onca kitap arkadaşlık ediyor bana önünden insanların düşünceli ve huzurlu geçtiği caddede. Ne televizyon getiriyorum dükkana, ne de bilgisayar. Sadece bir pick-up. O da dede yadigârı. 27 senelik hayatımda hep sanat müziği şarkıları ile büyüdüm. Anne babam öğretmen olduğu için şehir şehir gezerlerdi. Ben de dedemle sabah altıda dükkana gelirdim. Temizlikten sonra bir güzel kahvaltı ederdik. Kahvaltı dediysem simit çay, esnaf yemeği ne de olsa. Kimisi ticareti severdi, alıp satmayı içli dışlı olmayı, ekmek parası kazanmak için çabalamayı... Kimisi ise maaşlı bir işi severdi. Geliri değişmezdi. Mesaisi belliydi. Mesai bitince tüm derdi tasası biterdi esnaf olmayanın. Saat dokuza gelmiş ben bu kadarcık şeyi yazarken. Yandaki berber Mesut cama tıklayınca kendime geldim. El sallayıp hayırlı işler diledi. Eve yemeğe çağırdı ama teklifini nazikçe geri çevirdim. Çok güzel olurdu esnaf ilişkileri. Bir sorun olduğunda hep onlar yanında olurdu. Bankalar, sigortalar yalandı. Hep dostlar vardı...

Hafiften bir yağmur başladı. Damlalar o kadar ufaktı ki, sanki yaprakları incitmek istemiyordu bulutlar. Buğulanmış cama yaklaştım. İş çıkışı telâşesi sarmıştı herkesi. Kafamı karşı dükkanın üstünde yanan ışığa çevirdim aniden. O daire boştu ne zamandır. Birisi taşınmıştı demek ki. Işık söndü ve bir daha yanmadı. Acaba kim tutmuştu orayı? Karnımın acıktığını hissedince dükkandan çıkıp yan bakkala girdim. Selim usta mal sayımı yapıyordu. Meyve suları yine yanlış gelmişti. Bir çubuklu kraker alıp, "hayırlı akşamlar Selim usta." deyip çıktım. Ödemeleri Cumartesi akşamları yapardım. Güzel bir akşam çayı demledim sıcak dükkanıma dönünce. Müzeyyen Senar'ın plaklarından birini seçtim. "Akşam oldu hüzünlendim ben yine. Hasret kaldım gözlerinin rengine". Gözlerimden yaşlar akmaya başladı. Onu özlemiştim. Çok özlemiştim hemde. Uzun zamandır ağlamayışımdan anladım şimdi hasret kaldığımı. Çay bardağının, kaşık ile temasından çıkan ses bile ağlatıyordu beni. Çünkü onunla o kadar anım geçmişti ki. Bu masada karşıma otururdu hep. Çay demlerdik akşamları. Ah bir tanem, benimle dükkan beklerdi gece yarılarına kadar. Müşteri gelince, bir an önce gitse de bizde yine el ele tutuşup bakışsak diye beklerdim. Ama gitti işte. Ne kadar yalvarsam da gelmesi için, ne kadar uzatsam da ellerimi, o yine de kendi bildiğini okudu.

Kapı açıldı birden. Afalladım. Göz yaşlarımı sildim hemen. İçeriye başında Burberry şapkasıyla bir kız girdi. Aslında çok genç değildi. Yüzü çok pürüzsüzdü sadece. Sesi yaşını ele veriyordu. Gözümdeki yaşları görünce kaşlarını kaldırarak, "Afedersiniz böldüm, bir kitaba bakıyordum da..." "Tabi ne demek, hoşgeldiniz, hangi kitaptı?" diye toplardım titrek sesimle. "Cemal Safi var mı? Bütün kitaplarını almak istiyorum." dedi gülümseyerek. O an fark ettim. Gülümsemesi aynı O'ydu. Kaşları desem, o kadar benziyordu ki, bir an bana oyun oynadığını düşündüm. Tek fark karşımdaki kızın elâ gözleriydi. O'nun gözleri gibi göl yeşili değildi. "Var tabi, ama epey aradınız sanırım, kitapçılarda hiç bulunmuyor." dedim raflara yönelerek "Evet hiç sormayın yaa, bugün bir kitapçıda Cemal Safi var mı dedim, kız, yazarı kim dedi. Oturup ağlayasım geldi inanın." dedi. Bir anda gülmeye başladım katıla katıla. O da hem mahçup hem neşeli gülüyordu. Kitapları gösterdim. "Tamam hepsini alıyorum." dedi o çocuklara özgü gülümsemesiyle. Sanki bir çuval çikolata alıyor gibiydi. "Okumayı sever misiniz?" diye sordum. "Tutkunuyum desem.., annem çok kızardı bunlar sana ne kazandırıyor diye. Ama en sonunda Edebiyat bölümünü kazanınca birşey demeyi bıraktı." diye anlattı. "Vaktiniz varsa bir çayımı için." dedim. Gülümsedi. "Aa çok teşekkür ederim ama yapılacak işlerim var..." derken saatine bir baktı. "Aslında daha erkenmiş." Sandalyeye buyur ettim. Dükkanın içi sıcak olduğu için ceketini çıkarttı ve şapkasını çıkardığında koptu tüm bağlar. Kızıl siyah saçları tel tel döküldü omuzlarına. Ve dükkana dolan sümbül kokusu beni bayıltabilirdi. Çayını doldurdum. "Teşekkür ederim." derken düşünceliydi. Gözleri masadaki desenlere dalıyordu. Elleriyle bu desenlerin üzerinden gidiyordu. "Şu an ne işle meşgûlsunuz peki?" diye sordum. "D... dergisinde editör asistanıyım. Güya Edebiyat okudum ama çay kahve servis etmekten başka bir işim yok." diye gülümsedi. Dediklerini sonradan idrak etim. Dalmış gitmiştim güzelliğine. Aslında onun güzelliğine mi, yoksa onun bana hatırlattığı güzelliğe mi? "Sizin işiniz o kadar güzel ki, istediğiniz zaman yazılara ayıracak vaktiniz oluyor." dedi iç çekerken. "Dedemden kalma bu meslek ve bu dükkan." dedim. Ayrıntı cümleleriyle kasıntılık yapmak istemiyordum. Etraf çok sessizdi. Bu sessizlikte kalp atışlarımın duyulmasından korktum. "Sık sık görüşeceğiz demek ki, ben de karşı daireye taşındım." dedi. Şaşkınlığımı gizledim. "O zaman muhitimize hoşgeldin diyeyim." Tatlı tatlı gülümsedi. "Nasıl, iyice yerleştiniz mi peki?" diye sorunca gözleri parladı birden. "Aman efendim, bir yastık bir yorgan, bir de bir valiz dolusu kızlara ait eşyalar, başka birşeyim yok ki. Zamanla olur umarım." dedi. başını eğip. Neden bu kadar saf ve tatlıydı. "Siz üniversite okumuş muydunuz?" diye sordu biraz utanarak. "Fizik okudum. Ama aram hiç iyi değil. Son bir kaç yıldır çok soğudum fizikten. Mürekkep elektriğe ağır bastı." dedim küçük bir gülümsemeyle. Ama bu o kadar hoşuna gitti ki. Uzun uzun güldü güneş gibi gamzeleriyle. "Çok önemli bir şeyi unuttuk" dedim. Gözleri büyüdü. O başımı döndüren gülüşü hep yüzündeydi. "Tanışmayı..." dedim. Yine gün gibi güldü. Elini uzattı. "Ben Buse" Narin elini nazikçe sıktım. "Gökalp." "Memnun oldum." diye gülümserken ben ne diyeceğimi unuttum. "Aç mısın?" Başını yana eğerek. "Ay eveeeet." diye cevapladı. "Hadi çıkalım o zaman. İki sokak ötede çok güzel yerler var." dedim. "Aa olur hem öğrenmiş olurum." dedi. Işıkları kapatıp elektiriği kestim. Kablolara güvenmezdim. Canım kitaplar bir kıvılcımda fanilikten soyunabilirdi.

Hava şartları bizi ceketlerimize büzülüp hızlıca yürümeye zorlayınca yolda fazla konuşamadık. Mantıcıyı işaret ettim. Gülümseyerek başını salladı. İşten geç çıkıp evde yemek bulamayacağını bilenler de yerlerini almıştı. Neslihan ablanın mantısı ise, daha kokusu burnuma gelir gelmez beni mest etti. "Bize iki mantı ablacım." dedim. Neslihan abla "Tamam çocuğum hemen, hoşgeldiniz oturum şöyle.." dedi bir yandan da maharetli elleriyle mantıyı koyarken. "Senin ki sarımsaklı mı ablacım?" dedi Buse'ye. "Ay yok ben sarımsak almıyım." dedi yüzünü çok hafif buruşturup. Neslihan abla mantıyı hemen getirirdi ama bugün aksiliği tuttu. Neyse ki ikimizde konuşmaya hevesliydik. "Haydi anlatsana, mesela ne zamandır bu şehirdesin, memleketin neresi, kimlerle yaşarsın?.." dedi meraklı tavrını sevecenliğiyle gizlemeye çalışarak. "Ailem Ege'li. F... da bir kıyı kasabasında yaşıyorlar. Ben burda tek başımayım. Annem babam emekli öğretmen. Çocuklara özel ders veriyorlar şimdilerde. Ben burada büyüdüm. Bu şehri çok severdim." dedim ve durdum. "Şimdi sevmiyor musun?" diye soracaktı. Tüh, ne cevap verecektim. Anılar yaşandığı yerlerde kalıyor desem. "Peki şimdi?" gözleri parlıyordu her soruda. "Hayâtın gerçekleri ile karşılaşınca insan ister istemez boğuluyor aynı yerlerde kalmaktan." dedim. Gözündeki bir damla yaşı yakaladım. "Ne oldu?" dedim sessizce ve utanarak. "Hayât.." dedi. "Acı hatıraları hiç unutulmuyor değil mi?" Sustuk mantılar gelene kadar... Ama o koku bizi kendimize getirmeyi bildi sonradan...

Yemekten sonra çay içmeyi teklif etti. "Tamam M...ya gidelim istersen." dedim. "Yok anlıyorum beni iyi yerlere götürmek istiyorsun ama ben esnaf çayını tercih ederim." dedi. O an, işte o an sarılasın geldi ona. Esnaf çayı isteyen bir kız?.. Dünyâda mıydım?

Bizim dükkanın beş altı dükkan ilerisinde daha çok üniversitelilerin geldiği, şu küçük tahta tabureler ve üstü hasırlı masaların olduğu sıcak ortama gittik. Yanımızda bir grup genç tavla turnuvası yaparken, bir diğerleri ise staj meselelerini konuşuyorlardı.

Kaç çay içtik hiç bilmiyorum. Tek derdim lavaboya yetişmek şu anda. Laf lafı açtı konuştukça konuştuk. Çocukluğumuzdan kurduğumuz hayâllere kadar konuştuk. Çaycının kapatıyoruz lafını duyunda fark ettik saatin gecenin biri olduğunu. O gece hiç bitmesin istedim. Neyse ki karşı dairede oturuyor. Bir an önce sabah olsa da onu görsem keşke...

Erkenden gittim dükkana. Güneş daha kepenkleri bile ısıtmamıştı. Bir kaç kişi vardı sokakta fırına giden. Akşama kadar nasıl dayanacaktım. Off, kahvaltı edeyim bari. Simit aldım geldim ama tek lokma yiyemiyorum. O da yanımda olsaydı beraber yerdik. Çay da canım istemiyor. Of Allah'ım bunca sene sonra tekrar mı?... Neyse.. Özledim sadece. Ama yok. Ben kimseyi böyle hasretle beklemedim ki. Ama çok acele ediyorum. Belki de beraber olduğu biri var. Sorsam yanlış anlar mı? Off, kuantum fiziğinden bile zor bu konular.

Kafamı dağıtmak için kitapları karıştırdım ama her şiirde, her yazıda Buse vardı. Müzik dinlemek istedim ama ne mümkün. Her şarkıda her notada o vardı. Gidip kapısını çalsam? Off saçmalama Gökalp. Off, bat artık güneş, akşam olsun, gelsin artık...

Akşam çökerken ışığı yandı. Kalbimin gürültüsünü duyacağından korktum. Hadi gel artık diye içim içimi yiyordu. Işığı söndü. Bu sefer kâlbim yerimden çıkacaktı. Apartmanın kapısı açıldı. İşte, o, tam karşıda. Yine Burberry şapkasını giymiş, elleri ceketinin cebinde, yüzünde o gün gibi gülümsemesiyle geliyor.

Kapıyı açınca, "Ah teşekkür ederim, bu nazikliğiniz çok berhûdar etti beni." dedi hanımefendi tavrı ile. "Gözüm yollarda kaldı." dedim yüzümdeki, sonradan fark ettiğim abartılı gülüşümle. "Ayy sorma bi yoruldum bugün. Koşuşturup durdum yaa." dedi sandalyeye yığılırken. "Aç mısın?" "Açım ama yemek yicek hâlim bile yok biliyo musun?" dedi masanın üstüne başını yaslayıp. Biraz ses etmesem uyuyacaktı. Üniversite sıralarından geçmişti nede olsa. Masa sandalye fark etmezdi öğrenciye, her yerde ve her şekilde uyuyabilirdi. "Ayy sıcakcık burası ya, tam uyunacak biryer." dedi gözleri kapalı gülümserken. Kollarını yastık yapmış kızcağazı kucaklayasım geldi bi anda. O kadar masumdu ki...

"Biraz dinlen istersen." dedim. Aslında içimden nolur uyuma konuşalım diye yalvarıyordum. "Şöyle demli bi çay olsa, uykum açılır." dedi gözlerini açıp. Çay zaten hazırdı. Özenle demlemiştim. İçin limon kabuğu, karanfil, tarçın ve yaban mersini yaprağı koymuştum.
"Buyruun." dedim incebelliyi önüne koyarken. Kokuyu içine çekti. "Aa çok güzel kokuyo ne var içinde?" "Esnaf çayı." dedim gülerek. "Hım gizli tarif demek." dedi bir yudum alıp. "Bugün yemeğe bendesin sana borcum vardı." dedi. Kâlbim durdu bir anda. "Ama yeni taşındın rahatsızlık vermiyim?" dedim gitmeye can atarken. "Yaa çok sıkılıyorum evde. Hem yemek yapmayı da öğretirsin bana." dedi. Gülüştük bolca. Bir saat muhabbet ettikten sonra dükkanı kapattık.

O kelimeyi hiç kullanmak istemezdim ama sanırım aşık oluyordum. Veya çoktan olmuştum. Bu aceleciliğim için kendime kızıyordum. Söylemek istiyordum ama zordu işte. Anlayın beni siz de yaşamışsınızdır bu duyguyu. Karşılıktan korkarsınız.

Ona zeytinyağlı ezmeler öğrettim hemen hazırlanabilecek. Ekmekle beraber yenecek çok hafif ve lezzetli yemeklerdi. Çayı balkonda içtik. Dükkanıma karşı çay içeceğim hiç aklıma gelmezdi. Ve onun yanında içeceğim bu çayı...

Kaç hafta geçti içimdekileri içimde saklayarak bilmiyorum? O hep aynıydı. Hiç birşey belli etmiyordu. Hep sevecendi, hep güler yüzlüydü ama anlayamıyordum ki içini. Her akşam uğruyordu. Sabahları günaydın mesajı atıyordu. Ama belli etmiyordu. Öyle çok bunaldım ki bu duruma karşı kararımı verdim. Kalem kağıt çıkardım.

"Ben, kelimelerle oynamayı sevmeyen adam. Zamanı gelinceye kadar beklemeyi seçen adam. Ve bu kararından dönen adam. Ben ki, sarhoşum bazen. Bazen lâl olur dilim. Bazen hiç susmam. Ama kararsızlık işte o bitirir insanı.
Ve sen, ilk gördüğümden beri aklımdan çıkmayan güler yüzlü kız. Gözleri gecelerimi aydınlatan, gülüşü içimi ısıtan, sesi beni kendime getiren kız.
Keşke senden bir kıvılcım alabilseydim de bu sözü karşılığı geleceğinden emin söyleseydim.
Bazen geç bazen erkendir. Ama derler ya, zaman herşeye bir çare bulur.
O yüzdendir kızıl ve siyâh saçlı kız; işte o yüzdendir ki, dün bugün ve yarın..
Seni seviyorum."

Hiç tereddüt etmedim yazdıklarımı katlayıp bir zarfa koyarken. Kapısının altından içeriye attım. Dükkana gittim ve bekledim. Akşam geç geldi. Işığı yandı. Kalbim yerinden çıkacaktı bu sefer. Uzun süre yandı ışık. Okudukları onu düşündürmüştü demek ki. Onu bir sandalyede yazdıklarıma dalmış düşünürken hayâl ettim. Işığı söndü. Aman Allah'ım geliyordu.
Apartman kapısı açıldı. Üstüne ceket bile almamıştı. Üşüyordu. Caddede araba olmadığını görünce dükkana koştu. Kapıyı açtım. Yere bakıyordu. Yüzüme bakmadı hiç. Masaya doğru gitti. Kapıyı kapatıp peşinden gittim. Gözlerimiz buluştu. Bana sarılır sarılmaz ağlamaya başladı.
Dakikalarca ağladın. Yüzüne bakmaya çalıştım ama yüzünü göğsümden çekmiyordu. Ağladı, ağladı. Tâ ki gözyaşları bitesiye dek. Kaloriferin yanına oturttum. Polo ceketimi giydirdim. Çayda getirdim. Şimdi konuşma sırası ondaydı. Anlattı. "Korkuyorum." o kadar çok şey anlatmıştı ki şu tek kelimede. "Neden?" "Aşk yaşanması kolay bir şey ama ya devam ettirmesi?" "Haklısın ama korkularımız yüzünden her şeyi bir kenara itemeyiz." dedim. Yüzünü okşamak istiyordum. Tekrar sarılmak istiyordum. Off Allah'ım, yanıyordum. "Bak Gökalp. Evet benim de hissettiğim şeyler var ama, ben böyle ifâde edemem her şeyi. Ben senden bir adım bekledim hep. Sonra o adım hiç gelmeyecek sandım. Ama ben sevdiğimi söyleyemem. Yani utanırım ama öyle olduğunu bil olur mu?" dedi burnunu silerken. Ah meleğim ne kadar da masumsun. "Gerçekten mi?" diye sordum. Gülümsedim ama onun bu içliğiği beni de duygulandırdı. Benim de gözümden yaşlar süzüldü. O da boş değildi demek. İşte şimdi başlıyordu herşey. Peki ya şimdi?...

"Bir şey isteyebilir miyim?" dedi. "Tabi bir tanem." "Eve gitmek ve uyumak istiyorum. Öyle çok duyguluyum ki, yanında acı çekiyorum şu anda. Yarın çok güzel bir gün geçirirz eminim ama şimdi eve gitmek istiyorum." dedi. "Tabi bir tanem dinlen biraz. Gel uğurlayayım seni." dedim. Karşıdan karşıya geçerken koluma girdi. Apartmana girdiğinde "dur" dedim. "biliyorum" dedi gülümseyerek. "Ama yine de söylemek isterim" "Söyle hadi." "Seni seviyorum..." Karşılık beklemedim. Gülümsedi sadece. Şükrettim bu duyguyu yıllar sonra tekrar tattığım için. "İyi geceler." dedi. "İyi geceler haydi üşüme daha fazla." Gülümsedi. Hiç gülümsemediği gibi gülümsedi. İçeri girer gibi oldu ama tekrar çıktı. Sarıldı. Sonra koşa koşa çıktı merdivenleri. Ben, ben ne yapsaydım şimdi. Gülse miydim, yoksa ağlasa mı? Bilemedim. Öylece yürüdüm eve. O gece ömrümdeki en güzel uykuyu geçirdim.

Sonraki günler hep sürprizlerle geçti. Pastacılık kursu almaya başlamıştı. Her gün pasta getiriyordu. İşi bazen uzun sürdüğünde kitapların değerlendirmelerini beraber yapıyorduk. Gitmediğimiz, gezmediğimiz yer kalmadı koca İstanbul'da. Yine bir akşam bir pasta ile geldi. "Aman Allah'ım bu mükemmel olmuş. Nasıl yaptın?" diye sordum. "Hmm gizli tarif. Hadi ye, içinde ne var bildin mi?" dedi gülümseyerek. "Aaa yaban mersini var. Meleğim ya, teşekkür ederim." dedim. "Afiyet olsun canım benim. Ama gizli tarif ne biliyor musun?" dedi birşey saklıyor gibi sırıtarak. "Ne?" dedim bir lokma daha alırken. "Pastahaneden aldım." Gülmekten boğazıma kaçacaktı neredeyse pasta. Kaç dakika güldüm bilmiyorum. Kötü kız. "Bir tanem ya.." dedim fısıltı ile. "Seni çok seviyorum." Gözleri büyüdü. Gülüşü tüm yüzüne yayıldı. "Sevmek karşılıklıdır hep biliyorsun demi?" dedi. "Biliyorum tabi canımın içi." Pastaya döndüm. Ben pastayı yerken hep gülerek beni izliyordu. Bu şakası karşılıksız kalmayacaktı elbet. "Gökalp?" "Efendim bir tanem." "Üzülmüyorsun demi söyleyemediğim için?" "Hayır bi tanem. anlıyorum seni. Yani zamanı gelince söyleyeceğini biliyorum." diye anlattım. Ellerini uzattı. Sıkıca tuttum. "Sana dönüşü imkansız bir şekilde bağlandım. Yani hiçbir korkun olmasın. Bak ellerimin sıcağı ve kâlbimin titreyişi anlatır sana herşeyi." dedi. Evet. Ah meleğim... Duygusal Ceylanım... Hiç bırakmadım ellerini. Dakikalarca bakıştık. Saat geç olunca veda vakti geldi. Hiç ayrılmak istemesekte vedalaştık. Apartmanının önünde yine sarıldı sımsıkı. "Beni hiç yalnız bırakma, ne olursa olsun." dedi. Gözlerinde ilk defa korku sezdim. "Söz bir tanem söz. Hep yanında olacağım senin."

Birlikteliğimizde koca altı ay geride kalmıştı. Boğazda bir lokantada yer ayırttım. Cumartesi olduğu için dükkanı erken kapattım. Gün yüzü görmeyen arabam pas tutacaktı neredeyse. Bir güzel yıkattım ve motorunu temizledim. Ama en zor şeye geldi sıra. Hediyeye...

Düşün taşın, düşün taşın.... Of erkek için işkenceden farkı yoktu bunun. Aradım aradım.. En sonunda bir de d.. kitapçısına girdim. Ve Aman Allah'ım işte karşımda duruyordu. Ray Charles'in beş Cd'lik saklı kayıtları. Hemen alıp hediye paketi yaptırdım. Buse tam bir Jazz hastasıydı. Bir gün Jazz dinlerdik bir gün musiki. Üstüme hiç giymediğim pololarımı giydim. Buse'yi iş çıkışı aldım. Hatırlayamadım rolu yaptığımı biliyordu ama bozmak istemiyordu. "Nasılsın bir tanem?" "Çok mutluyum, sen?" "Ben de, peki neye borçluyuz bunu?" diye sordum. "Akşamın kalan vakitlerini seninle geçireceğim için." dedi. "Sen?" "Ben de bir tanem, ben de o yüzden çok mutluyum." dedim. Lokantaya gittik. "Aaa, peki bu güzel mekâna neyin şerefine geldik." "Hiiç öyle esti işte. Canımın içine sürpriz yapıyım istedim." "Yaa, çok düşüncelisin teşekkür ederim." Ayrı bir mutluydu bugün. Ah tontişim, ısırasım geldi şu güzelliği. "Sana bir sürprizim var." "Aaa ne, ne çok merak ettim." gözleri parladı. Yerinde duramıyordu meraktan. Kalpli paketi çıkardım. "Ayy canım çok teşekkür ederim." Narin elleriyle açtı. Hediyeyi görünce öyle çok mutlu oldu ki, bunu size anlatamam. Eğer ki anlamak isterseniz gerçekten, hiç durmayın. Giyinin üstünüzü, saat kaç olursa olsun alın bir hediye, verin en sevdiğinize...

"Benim de sana bir sürprizim var." "Gerçek?" "Gerçek ama zahirî." "Nasıl yani?" "Biraz sabırlı ol, göreceksin işte." "Tamam hadi bekliyorum." "Aa hemen değil sonra." "Ya çok merak ettim ama?" "Merak güzel şey, güzel şey merak." "Bak kız yerim seni." dedim gözlerimi büyütüp. "Bir sürü yemek yedin be." dedi utangaç gülümsemesiyle. "Hele bir tenha bi yere gidelim, ben sana gösteririm." "Kurtarııııın." dedi sesini kalınlaştırıp. Gülmekten kendimizden geçmiştik. Durulduk birden, söz bitti, sıra göz faslına geldi. Uzun süre bakıştık mum ışığında. Muhteşem kavislere sahip yüzünde, mum ışığının nasıl yüzdüğünü izledim. Bir kaşı kalkıktı bana bakarken. İçinden neler geçiyordu kim bilir? Ben, bense sevdâ yeniğiydim. Her gün yeniden aşık oluyordum ona. Her tebessümü ruhuma gıdaydı. Ölümden başkası ayıramazdı bizi. Sonra düşündüm de, ölüm bile ayıramaz. Diğer tarafta ne yapar eder yine kavuşuruz biz.

Garson iki adet kahve getirince bakışlarımızı ayırabildik. "Pardon biz istemedik ama." "Müessesemizin ikrâmı efendim." "Teşekkür ettik." Kahveler çok güzel kokuyordu. Fincan küçük ama lezzeti büyüktü galiba. İçinde muhteşem bir fıstık aroması vardı. Buse'm daha sakin bir yere gidelim, dedi. Arabaya kadar yürürken el ele tutuştuk. Mutlu mutlu yürüyordu, elinden tutulup parka götürülen çocuklar gibi. Çemberliştaş'ta bir yere gitmeye karar verdik...

Yarının Pazar olması, ve akşamlarında yaza denk gelmesi herkesi sokağa dökmüştü. Büyük rahat koltukları olan bir kafede arkalara oturduk. Elma çayı istedik. Nargilelerin elma kokusu zaten bizi başka alemlere götürmüştü. Buse, buseli yanaklarıyla gülümseyerek yanıma sokuldu. "Hadi ama çok merak ettim hediyeyi." "Ayy, sabırsız şey." "Şey?" "Şey, yani çok büyük birşey, çok sadakâtli ve.." "Ve?" "..ve romantik." deyince gülmeye başladım. "O senin güzelliğin bir tanem. Marifet iltifata tabiymiş." "Taabi." dedi küçük kız çocukları gibi. "Kız ben yerim seni, bu tatlılık nereye kadar böyle." "Ama ben üsülürüm beni yersen." dedi. Daha da tatlılaşıyordu. "Hıh, şimdi gelelim hediyeye." "Tamam, gözlerimi de kapatıyım mı?" Biraz düşündü. "Hı evet kapat hadi." Gözlerimi kapattım. "Açma." Açma derken sesi yaklaşıyordu. "Hazır mısın?" "Eveet." "Seni seviyorum." diye fısıldadı kulağıma." İki damla gözyaşı süzüldü ona aşık gözlerimden. Kucakladım hiç sarılmamışız gibi. Sesim çatlak çıkıyordu. "Bu bana verebileceğin en güzel hediyeydi meleğim." Gözyaşlarımı sildi. "Sen bana zaten bi hediyesin, Allah'ın bi lütfusun." "Dur deli kız, dur. Kâlbim dayanmıyor." dedim yanağını okşarken. Yüzündeki o ifâde, o samimiyet, ahh...

O gece hiç bitmesin istiyorduk. Gece saat 3'e yaklaşıyordu. "Ya biraz daha gezelim, noluur." dedi çocuk gibi zıplarken. "Sen iste bir tanem." B.. sahiline indik. Köşedeki seyyardan çekirdek ve çay aldım. Denize karşı oturmuştuk. Manâlı baktı gözlerimin içine. Neden beni yalnız bırakyorsun, der gibiydi. Kollarımı açtım. Göğsüme yaslandı. Saçlarındaki bahar kokusunu çektim içime. "Meleğim, baharım, yaşam pınarım. Ne de güzel kokar senin saçların." "İltifatlar için teşekkürler ama o senin aldığın koku senden kaynaklı, sevginden." "Aa olur mu hiç, mis gibi kokar benim meleğim. Hatta çiçekler bile kıskanır onu." dedim saçlarında kaybolurken, yine, yeniden... "Gökalp?" "Söyle canımın içi." Boğazını temizledi. Başını tekrar yasladı göğsüme. "Toparlayamadım söyleyeceklerimi." "Hmm." "Ama sana içimi anlatacak birşey biliyorum. Üzgünüm anlatamam içimdeki onca duyguyu. O kadar geniş değil kelime haznem. Ama sana kâlbimin anahtarını verebilirim." "Tamam ceylânım ver hadi o anahtarı." "Tamam gözlerini kapat yine." Bu sefer gözleri daha çok parlıyordu. "Haa bu arada." "Evet." "Şimdi ilki, altıncı ayımıza özel, diğeri altı ay sonra." "Hım birkaç tane anahtar var demek." "Aslında sonsuz tane var." "Sonsuz mu?" "Off, tamam sus gözlerini kapat." "Tamam hadi kapatıyorum." Biraz bekledi. Derin bir nefes aldı. Nefesi yaklaştı sonra. Ve bana kâlbinden öyle bir anahtar verdi ki,... içi yanan bir öpücük. O herşeyi anlatmıştı bana. Gözlerim kapalı kaldı bir süre." "Gökalp?" "Şşşş, gel buraya küçük kız?" dedim onu kucaklarken. "Seni çok seviyorum." Güldü. Biraz daha sarıldı. "Ben de seni, iyi ki tanıdım seni, iyi ki o daireye taşındım, iyi ki dükkanına geldim." "İyi ki, iyi ki sevdim seni, iyi ki sevdin beni." Uzun süre sessiz kaldık. Sonra öğrendim bu sessizliği göğsümdeki huzurlu uykusuna borçluymuşuz...

Sabah uyanır uyanmaz aramış olsa gerek, erkenden çaldı telefonum. "Gökalp?" "Ceylânım." "Özledim seni." "Ah deli kız. Tama haydi kahvaltıya gidelim." "Ben hazırladım bile, hadi bekliyorum seni." "Yaa, niye zahmet etseydin uyusaydın biraz, daha çok erken." "Aşk insanı uyutmuyo be çocuk." "Yaa, kız dur yemeye geliyorum seni." Kıkırdayışları gülücüklerine karıştı. "Tamam hadi bekliyom, ama bekletme olu muuu?" "Tamam bir tanem koşa koşa geliyom." "Görüşürüüz." Telefonu kapatıktan sonra bir kaç saniye güldüm kendi kendime. Ya, bu kadar tatlı olurdu bir insan.

Evine giderken - ki hep yürüdüğüm yoldu - bildiğim bir bahçeden çiçek topladım. Herhangi bir yere ait olmadığı için isteyen çiçek toplayabiliyordu. Mevsimi geçmiş olmasına rağmen biraz mor papatya buldum. Hercai'de toplamak istedim ama uyumlu değillerdi. Bir kaç tane de tombul kır papatyası ile süsledim buketimi. Yolda gelip geçen elimdeki buketi görünce bana gülümsüyordu. Garip olan ben değildim onlardı ama neyse. En son ne zaman çiçek toplamışlardı veya çiçekle gülümsetilmişlerdi.

Kapıyı çaldım. "Geliyoom." Koşa koşa geldi bizimki. Kapıyı açar açmaz boynuma atladı. Mis kokusunu içime çektim. Buketi gösterdim. "Bunları dünyanın en güzel ceylânına topladım." "Ay çok teşekkür ederim." dedi çiçekleri koklarken. Bir kadına neden çiçek verilirdi. Kadınlığını hatırlasın diye. Kendini özel hissetsin diye. Evet bence de öyle...

"Baaak sana neler hazırladım." el ele tutuşmuş mutfağa girdik. "Hım, maharetli ceylanım benim. Neler yaptın?" "Peynir, zeytin, domates." "Başka?" "Kaşar, salatalık bir de ekmeek." "Oooh mis. Ama önce seni yicem." "Yaa, şımarırım ama." "Tamam hadi bi şımar bakalım." Ya böyle o önümde tatlı tatlı kızarırken, of nasıl ifâde edeyim o duyguyu size bilmem ki. Isırmak istedim işte onu. "Gel kız buraya." "İmdaaat." diye bağırırken bir güzel ısırdım bunun yanaklarını. "Sakalların batıyo." "Yalancı sakalım yok ki. Isırmayım diye dedin demi." "Hıhı eveet." "Ya ben seni yemiyim de napıyım, Allah aşkına bir söyle." "Yeme de ne yap, öööp." deyince masum masun, sarıldım en hüzünlüsünden. "Aşkııım." dedim boynuna gömülüp. "Şşşş?" dedi kulağıma. "Efendim?" "Öpmedin." Gülümsedim, kıkırdadı. Yanaklarını ellerinin arasına aldım. "Kıyamıyorum ama." gözlerimiz hislerimizi anlatmaya çalıştı. "Küçücük." "Tamam peki." dedim küçük bir öpücük kondururken. "Yaa, of, çok mutluyum." "Ben de ceylânım ben de." "Acıktırdı beni bu öpücük." diye güldü. "Hadi yiyelim o zaman."

Kahvaltımızı yapmış, balkonda kahvemizi içiyorduk. "Türk kahvesini kimse aşkım gibi yapamıyor ya." dedim o mükemmel lezzetin keyfini sürerken. "Afiyet olsun canım benim." Ellerini tuttum. "Sen," güldü. "Ben?" "Sen bir melek misin?" "Senin gözünde evet, ama ben, senin beni sevdiğin kadar meleğim. Yani sensiz hiçbir şeyim ben." "Ben, hele ben, ben sensiz uzay boşluğunda dolanan bir göktaşı gibiyim." "Hmm göktaşı, hiç romantik olmadı ama." "Bak kız senin romantikliğini yerim ben." dedim gıdıklayıp. "Yaa yapma." Bir an sorsam mı diye düşündüm. Ama yok böyle kuru kuru olmazdı. Karşımdaki sevimli çocuğa şevkâtle baktım. O da masum masum süzdü beni. "Seni seviyorum." "Ah ceylânım, sen beni sevdiğini söyledikçe benim ruhuma can üfleniyor." Biraz daha yanıma yaklaştı. Göğsüme yattı. "Biraz uyuyum." "Tamam bir tanem, hadi dinlen biraz. Ben de saçlarını okşuyum." Güldü. "Gökalp." "Söyle meleğim." "Sen bana her şeyi hissettirdin. Senin yanında kadın olduğumu hissettim, senin yanında çocuk olduğumu hissettim. Senin yanında benliğimi buluyorum ben. Sen, sen benim herşeyimsin ya." "Sus deli kız ağlatacaksın beni." "Tamam uyudum ben." Siyahların içinde gizlenen kızıl demetleri ellerimle taradım. Saçındaki buselik kokusunu bolca çektim içime. Narin şey.. Nasıl da huzurlu kollarımda, annesinin kucağındaki bebek gibi. Hiç dertsiz tasasız nasıl da uyuyor. Bazen en olgun kadından daha olgun konuşması, bazen de üç yaşında bi çocuk gibi. Saçlarına yumulup bir iç çektim. "Seni seviyorum." Fısıldamam bir gülücük kopardı güzel yüzünden.

Yarım saattir mışıl mışıl uyuyor göğsümde. Ben de bıkmadan usanmadan saçlarını koklayıp o müthiş kokuyu çekiyorum içime. Arada bir uyandırmamaya çalışarak pembe yanağından öpüyorum nazikçe. İç çekiyor uykusunda bazen. Öyle huzurlu ki kollarımda. Doyamıyorum ki koklamaya. Tekrar saçlarında kaybolup sanki biraz sonra gidecek gibi kokusunu içime çekiyorum. Gözleri yavaş yavaş aralanıyor. "Ömrümdeki en güzel uykuyu uyudum." Sözlerim kifâyetsiz kalacak biliyorum. "Aşkım." diyebiliyorum sadece. Doğrulup yüzüme bakıyor. Üç aylık bir bebeğin ilk defa gördüğü bir yüzü incelediği gibi. Bir şeyler diyecek ama kelimeleri seçemiyor. Yaklaşıp küçük bir öpücük alıyor. Beklemiyordum bunu hiç. "Rüyâda mıyım değil miyim bilemedim." Gülümsüyorum. "Ah deli kız." Gözünden akan bir damla yaşı siliyorum. "Yanındayım işte bir tanem. Her zaman yanındayım hem de." "Her zaman mı?" "Evet." "Ne zamana kadar peki?" Ruhuma dokunuyor bu soru. "Sen ne zamana kadar istersen bir tanem." "Ya ben sonsuza kadar yanımda ol istersem?" "O zaman sonsuza kadar yanında olurum ceylanım." "Hmm." diyor düşünceli. Yüzüme bakıyor tekrar çocuk gibi. "Şey." Bir şey söyleyecek ama utanıyor galiba. "Gözlerini kapat." "Niye? Şey yani sürpriz mi var?" "Veya kapatma." diyor yanaklarımı ellerini arasına alırken. "Lütfen engel olma Gökalp." Yaklaşıp dudaklarıma. "Buse'm." "Şşş." O kadar korkak ve titrek öpüyor ki beni... Sanki bir heykelim de, acele etse kırılıp döküleceğim. Ruhum okşanıyor. İçim yanıyor. Onu öpmek kâlbime ağır geliyor. Sen bilir misin sevdiğine kıyamamak ne demek? Dudaklarındaki o sıcaklık, o tat. Ağır hareketlerle çekiliyor. Gözleri kapalı. Fısıldıyor. "Özür dilerim." "Kabâhatin hep bu olsa keşke." Göğsüme yaslanıyor tekrar. Bu kadar duygu fazla geliyor. "Hadi kalk biryerlere gidelim meleğim." "Peki..."

Y... deki sahil yolunda bir cafeye gidiyoruz. Sabah olanların etkisi hâlâ üzerinde. Ben de kararımı verdim. İki hafta sonra doğum günü, o gün söyleyeceğim. Ağzından laf alıyorum biraz. "İki  hafta sonra Cuma işin var mı tatlım. Akşam yemeğe gidelim." "Çok işim var ama sana yok." "Hmm." Tamamdır. "Tamam bir tanem güzel bir yer açılmış oraya gidelim." "Oluur." diye gülümsüyor. Çocuksu hâline dönüyor tekrar. "Aşkım?" "Söyle bir tanem." "Ya hadi Çemberlitaş'a gidelim. Şöyle kitap ve nargile kokan bir yere oturalım. Boşver şimdi sahil yolunu, bize göredeğil oralar." "Ah meleğim, içimi okudun inan. Ben de çok özledim inan mis gibi elmayı. O ortamlar bambaşka ya." "Sultanahmet'ten şeker macunu da alırııız." "Alırız tabi şeker canavarı. ama böyle tatlı yersen ne olacak. Sonra tatlılığından dünyam şaşıyor." "Üstüme tus dökeliiim." "Ay kız valla yerim seni." dedim karnını gıdıklarken. Kırırdadı çocuk gibi. "Çoocuk gibisin ya." "Diyene bak, sen?" düşündü biraz. "Çocukluğumu özlerdim hep. Ama şimdi özlemiyorum. Söylemedim ama aklımdan neler geçirdim kim bilir... "Çocuk olmak güzel şey bir tanem. Çocuk, çocuk iyi bir şey ya, çok sevimliler işte." Gözleri parladı nüktemi hissedince. Radyoda bir şarkı buldu. Zeki Müren - Darıldın mı cicim bana. Bağır bağıra söyledik beraber. Bilmediğim sözleri sallayında kahkahalara boğulduk...

Oh, mis gibi nargile kokan, Osmanlı motifleri ile bezenmiş, sohbet ehli insanların gelip vaikt geçirdiği yerdeyiz. Daha sakalları çıkmamış bir genç "Abi hoş geldiniz, şöyle buyrun diyor." "Eyvallah abicim." diye buyuruyoruz. Hemen iki elma çayı söylüyoruz. Bizimkinin yüzünde bir gülümseme. Hayırdır İnşallah. "Ya aşkım." "Söyle canımın içi." "Çok mutluyum." Gözlerinden belli oluyor mutluluğu. "Ben de bir tanem. Sen yanımda ol yeter ki." "Şey bir şey sorcam." "Söyle ceylanım." "İlk gün sen dedindi ya, egeliyiz diye. Ben biraz, yani hakkında kötü düşünmüşüm. Yani böyle ara sıra arkadaşlarıyla oturup rakı balık yapanlardan sandım seni de." "Hmm. Yani ben kaç yıllardır İstanbul'dayım biliyorsun. Ama ülkenin o kadar çok yerini gezdim ki, fizik konferansları olsun, kitap, antika sergileri olsun, kendimi heryerli gibi hissediyorum. Her memleketten bir şeyler var içimde. Bazen Ege'deki zeytin ağaçları olurum. Bazen Karadeniz'deki çay tarlası. Konya'da Mevlâna'nın semazeni olurum bazen. Alanya'nın portakalı. Doğunun sıcağı, Erzurum'un soğuğu. Ama içimde hep kocaman bir anadolu yatar." "Biliyorum canım benim, senin için kocaman." Gülüştük biraz. "Peki bir şey daha sorcam." "Sor bir tanem." O malum soruyu sormasından korktum. "Hiç sigara içtin mi?" "Ben dedemi bu yüzden kaybettim aşkım. Daha çocuktum. Beni yanına çekti. Bir deri bir kemik kalmıştı. Eğer sigara içersen sen de böyle olursun dedi. Çok korkmuştum o zaman. Şu yaşıma kadar hiç içmedim." "Mekânı cennet olsun." "Amin." "Şey diye sordumdu, yani eskiden sigara içmiş olanların tekrar başlama ihtimâli var ya, ondan." Gülümseyip elini tuttum. "Ne yapıyım canım öyle şeyleri. Dünyâ'nın en güzel kokan çiçeği yanımdayken ne gerek var ona buna." "Ama ben nargile içmeyi özledim." "Ben de aşkım, bu akşama özel bir tanecik içelim." "Oluur." diye sevindi çocuklar gibi. "Neli olsun?" "Ayy sakızlı güllü olsun." "Aşkım çok ağır olur öyle." "Bir şey olmaaaz." diye gülümsedi. "Peki." "Bak ben üç ayda bir içerim ama içersem de çok iyi içerim." dedi. Beraber nargilelerin hazırlandığı yere gittik. "Kolay gelsin ustacım." Usta bir yandan nargileleri yakarken, bize de göz ucu ile selam verdi. "Eyvallah gençler, hoşgeldiniz." "Ustacım, sakızlı güllü var mı?" "Yok ama hazırlarız ablacım." dedi adam nazikçe. "Aa teşekkür ederim. Peki tütünün suyunu fazla koyar mısınız, çok dumanlayınca içemiyorum." "Tabi efendim ben size çok güzel bir tane hazırlarım şimdi." "Ya çok sağ olun." dedi bizimki sevinerek. Biraz sonra nargileyi getirdi usta. "Aşkım sen başla." "Olmaz bir tanem önce bayanlar." Minnetle gülümsedi. Sipsiyi takıp içine çekti beyaz aromayı. Sanki yıllardır yemediği bir yemeği yiyor gibiydi. Gözlerini kapatıp gülümsedi. Göğsüme yaslandı. Hafif hafif çekip nazikçe üflüyordu. Burnuma gelen gül ve sakız kokusu mest etti beni. Bana uzattı. "Devam et aşkım, kokusu geliyor bana." On dakika içti içmedi marpuçu masaya koydu. "Sönene kadar içmek isterdim, ama çok zararlı." "Evet, güzel olan çoğu şey zararlı aşkım. Ama zararlı olmayanlar da var." "Hmm ne mesela?" "Mesela aşık olmak, sevmek, sevilmek, fazlası zarar değil." "Bak bak, başka." "Sonra paylaşmak, anlaşmak, gülümsemek, gülümsetmek, çok güzel şeyler hepsi." "Evet." düşünceli bir evetti bu. "Sence." "Ben paylaşmak derim, her şeyi ama herşeyi, yemeği, yastığı, aşkı, düşünceleri, sevgıyı.." Sarıldım duramadım. "Seni çok ama çok seviyorum. Kanatsız meleğim benim." "Gökalp?" "Söyle bir tanem." "Ben bazen, yani şey, çok kötü oluyorum.. Nasıl söylesem, yani.." "Acele etme bir tanem." "Yani, çok duygulanınca seni böyle öpmek istiyorum." İç çektim. "Hmm. Yani, ama sana kıyamıyorum ki aşkım, evet hissediyorum içinin yandığını ama. Yani beni de anla." "Yok hayır seni de anlıyorum. Ama senden bir şey istiyorum." "İste meleğim." "Her gün akşama kadar bekleyeceğim. Gece vedâlaşırken bir tane iyi geceler öpücüğü vereceksin bana." "Ah deli kız, tamam ama sen de söz ver, sadece bir tane." "Ayy tamam söz." diye sevindi. Sevimli şey. "Sen başıma gelen en güzel şeysin ya." "Şımardım biraz." "Isırıyım o zaman." Bir güzel gıdıklayıp yanaklarını ısırdım bunun. Duygulandı yine. Göğsüme yattı. Radyodan gelen alaturka müziği dinledik Türk kahvesi eşliğinde....

Onu evine bırakırken "Bir şey unutmadın mı?" "Hmm, bugünkü hakkını doldurdun ama bu seferlik olsun bakalım." dedim. Güldü. Yaklaştı. Kucakladım. Gözlerindeki sevince ve hüzne baktım. Küçük bir öpücük. Gözünden gelen bir damla yaş. "Hadi şimdi güzel güzel dinlen meleğim,  yarın iş gideceksin." "Hıhım. Sen sabah beni bekleme olur mu erken çıkacağım." "Tamam canımın içi." "İyi geceler." "İyi geceler ceylanım." Ellerini zor bıraktım giderken. Arkasından baktım. Dönüp el salladı. Hiç bu kadar içli olmamıştı vedâlaşırken.


Gece başım ağrıdı. Aşık olalı hiç bu ağrıya maruz kalmamıştım ama sardı birden bire. Dolaptan, üstünden kağıdı sökülmüş ilaç kutusunu aldım. İlacım bitmişti. Başıma sıcak suya batırılmış havlu koyup uyudum.
Saban hemen eczaneye gittik şayet ağrım dinmiyordu. İlacımdan istedim. "Buyurun." "Kutusu mu değişti ya?" diye sordum. "Hayır efendim yıllardır aynı." Şaşırdım. Eve döndüm. Kendi ilacıma baktım. Hayır, farklıydı. Annemi aradım. "Annecim?" "Gökalp? Nasılsın yavrucum." biraz konuştuktan sonra. "Anne dolabımdaki bi ilaç var ya baş ağrısı için attığım. Turuncu kutulu üstündeki yazı silinmiş. O ne ilacı." "Ah oğlum o babannenin ölmeden önce kullandığı alzeimer ilacı." Bir ağrı saplandı kalbime. Demek bunama ilacı atmıştım. Yan etkileri neydi peki. Neyse dedi içimden. İş yerine gittim. Baş ağrım geçmediği için bir kaç tane kendi ilacımdan attım. Biraz sonra geçti. Ama beynimde garip bir uğultu vardı sanki. Böyle birisi baskı yapıyor gibiydi. Buse'yi arasam mı diye düşündüm. Ama işte rahatsız etmesem daha iyiydi kızı.

Akşam olmak bilmedi hiç. Buse gelmeyince meraklandım. Telefonunu aramak istedim ama rehberimden silinmişti. Nasıl olur bu dedim. Acaba başına bir şey geldi evde mi kaldı, dedim. Eve gittim. Kapıyı çaldım ses yok. Karşı komşunun ziline bastım. "Burada kalan kızdan haber alamıyorum." dedim. "Orada kimse kalmıyor ki." dedi yaşlı kadın. Silinen telefon, kaybolan aşkım ve bunama ilaçları ve Stephen King hikayeleri bir araya gelince kendimi asmak istedim.

Lânet bir hayâldi demek ki hepsi. Evet öyle olmalıydı çünkü ondan geriye kalan elle tutulur bir şey yoktu.
Ağlamaya başladım. Dükkana gidip kapıyı kilitledim. Saatlerce ağladım. Eve gittim yavaş adımlarla. Ama onu hissetmiştim hep. Saçma, şizofren olamazdım ben. Bir ilaç bunca şeye sebep olamazdı.

Günlerce bekledim. Buse'den ne bir haber ne bir telefon. Ağır geliyordu böyle yaşamak. Kararımı verdim. Eczaneye gidip bir Alzeimer ilacı aldım ve düşünmeden içtim.Gözlerimi kapatıp arkama yaslanmıştım ki dükkanın kapısı açıldı.

"Nasılsın aşkım..."

10 Aralık 2012 Pazartesi

Sen hiç imkansıza aşık oldun mu?




















Ya kahverengi siyaha çalsın,
Ya da güz kışa dönsün.
Ortalarda yaşamaktan usanmadın mı sen?
Artık ağaçlar yapraklarını döksün.

Kapansın kötüler karanlığa.
Karanlık kapanlara sıkışsın.
Madem ki gidecekler, beni de alsınlar yanlarına.
Gözlerimi kapayıp ruhumu dönüyorum boşluğa.

Ben, senin tahmin bile edemediğin.
Gelip de bulamadığın,
Bulup da bilemediğin duygularla yoğruldum.
Ben acı nedir öğrendim.

Ben,
Onun her gözlerine baktığımda,
Asla benim olamayacağının acısıyla,
Asla saçlarına dokunup ilahi kokusunu içime çekemeyeceğim,
Ve verdiği her nefesi alamayacağımın gerçeği ile büyüdüm.

Acı ve gece, benim büyüklerimdir.
Beni büyütürler ve olgunlaştırırlar.
Onlar benim kaderim.
Yalnız akşamlarda bitmeyen gözyaşlarım.

Siyâh ve mat benim ruhum.
Ruhumdan yansıyan ışıklar.
Ağır çalınan bir musiki bazen.
Bazen de mahalle yıkan bir melodi.

Sen?
Sen hiç aşık oldun mu?
İmkansıza...
Ve o imkansıza aşık olup her gün koştun mu?
Boşluğuna.
Ve çekim alanına.
Sen;
Her sabah sırf onun için koştun mu be adam...
Gelecek mi diye?

Gecenin bilmem kaçınca evinin nerede bile olduğunu bilmeden,
Şehrin sokaklarını turladın mı be adam.
Sen hiç karabasanlarla arkadaş oldun mu?
Sen hiç acıyla yoğruldun mu?

Sen,
Hiç ağzından çıkan her sözü aklına kazıdın mı?
Hiç her sözcüğü yakalayıp kavanoza koymayı,
Her dudak kıpırtısını öpmeyi,
Her kalp atışını defalarca duymadı,
Sadece onu duyarak yaşayabileceğini,
Sadece onu düşündün mü?

Sabah kalktığında.
İlk onun adını söyledin mi?

Ben,
Ben söyledim.
Gece onun adını söyledim.
Sabah onun adını söyledim.
O başka kollarda ısınırken.

En kötüsü de,
Başka dudaklar onu öperken.
Ki ben,
Onu öpsem kalbimin dayanmayacağını düşünürken.
O bunu bilmezken.
Ben ona deliler gibi aşıkken.
Bunların olduğunu bilmekti sanırım.

Ben ölmüşüm,
Gömenim yok be!
Ben varlığım içinde yok olmuşum.

Siyaha, geceye ve ağaçların yalnızlığına vermişim kendimi.
Hiç geçilmeyen yolun kenarındaki kuru ağaç.
Neyse ki arada kuşlar geliyor, onlar da tüneyip gidiyor.

Anlıyor musun beni adam?
Koca bir ağaç devriliyor anlıyor musun?
Ben bıktım artık aşk sarhoşu olmaktan.
Onun adını anmaktan.
Her arkamdan bıçaklayışında,
Ne de güzel yaptın canım demekten.
Bıktım anlıyor musun?
Beni her kandırdığında,
Onu daha çok sevmekten.
En kötüsü de sevdiğimi söyleyememekten.

Bazen gidersin ve dersin ki,
Be şapşal, sen ne hakla;
Kendine bu kadar aşık ediyorsun beni.
Peşinde süründürüyorsun bedenimi?
He ahmak, he güzel kız?
Yok mu cevabın.
Bence olmasın,
Sen gülsen de yeter.
Ben yine bakar aşık olurum...

9 Kasım 2012 Cuma

Uyanın Ey Gecenin Gizemleri


Uyanın ey gecenin sahipleri.
Uyansana gecenin gizemi.
Bahtından daha siyah saçlarını savursana.
Batırsana hançeri sırtımın ortasına.
Uyansana ey gizem gecesi.

Uyanın siyahlar uyanın.
Duyun çığlılları.
Kalmasın bilmeyen.
Bu gece bir aşık,
ya ölür ya kül olur.
Uyanın ey gecenin zebanileri.

Susmayın geceler,
Konuşsun kara çarşaflar.
Uyanın şeytanın gözleri.
Yanın kandiller.
Bulun getirin o güzeli.

Yak beni gecenin güzeli.
Yak bakışlarınla.
Öldür beni gizem gecesi.
Al içine.
Karanlığında kaybet beni.
Mahvet beni.
Yak.
Kavur,
Ateşinle...
Seninim.

Affet artık beni gece.
Karanlığın gelmesin üstüme.
Yeter yakma avuçlarımı,
Okşa ellerimi,
Acıtma canımı,
Yüzüme vurma kararışlarımı.

Sen ve ben gece.
Biz birbirimiz için varız.
Ayıp nedir bilmeden söylüyorum.
Seni seviyorum gizem gecesi.
İçinde sakladığın sırlara aşığım.
Ve karanlığında kaybolmak istiyorum.

Gel al artık beni.
Kara hırkana sar.
Ve yekleştir kendinde beni...

8 Ekim 2012 Pazartesi

Aşk kumbarası


Arkadaşlarla sohbet ederken annem girdi odama

"Ne yapıyorsun oğlum tek başına?"

"Hiiç" dedim, hisli bir hiç. Daha ne olsun.

Masamdaki kavanozlara takıldı gözleri.

"Bunlar ne?"

"Kumbara"

"İçinde hiç para yok bunların." dedi gözleriyle sorgularken.

"İlkinde hüzün, diğerinde aşk, diğerinde hasret, sonuncusunda ise sonsuzluk biriktiriyorum." dedim.

Hayretler içinde yüzüme baktı.

Hüzün kumbarasını eline aldı, biraz eğdi.

"Anne döktün!" dedim ağlamaklı.

"Ne dökülmesi oğlum, boş bu."

Masama saçılan gümüşi sıvıyı elimle toplayıp kavanoza koydum. Nasıl görmezdi onları?

Hepsini kendime çekip kucaklayarak, "Dokunma onlara!..." dedim ağlarken.

Annem oturma odasına gidip babama benim iyi olmadığımı söyledi.

Gözlerim bomboş olan aşk kumbarasında takılı kaldı.

Hasreti açıp ağladım. Biraz doldu.

Gece çığlıklarla devâm etti...


Karanlık ruhumun sancısı


O ruh benim.

Siyâhların içinden çıkıp gelen.
Suskun bir sevdâ getiren hüzün bohçasında.

O ruh benim.

Geriye bakıp adını anmaya cesaret edemediğim,
Ölümlüler diyârındaki ölümsüz âşık benim.

O ruh benim.

Tütsü dumanının boşlukta kıvrılan beyâzlığındaki,
Hava taneciklerini öperek uzayan beyaz benim.

O ruh,
O ruh benim adım.
O, o benim yaşam pınarım.
O benim sadâkatim.

O ruh benim.

Sonsuzluk nidâsı içinde çırpınan hayâletin sulieti,
Fokurdayan kaynar sulardaki beddualar, benim.

Benim o sesleniş.
Eski aşklara çağrı benim.
Eski yollardaki kaybolmuş gezgin benim.
Göçebe çadırımın tentesini aydınlatan kandil ışığı benim.

Mai benim adım.
De bağlaçlarında kaybolan.
Mai ve siyah.
Siyah ve beyaz.

Birbirinin aynı cümlelerdeki farklı manâlar benim aslında.
Kelimesiz kurulan cümleler benim.

Binbir çeşidim ben, bir çeşitten türeyen.

Aşk benim, aşık benim, aşk pınarı benim.

Ben bir hiçim.

O olmadan, olamayan.

Ben bir noktayım.

Cümlenin sonuna yakışan.

Bir birlikteliği taşıyan.

Bir anlam olmadan, kuru bir susuntuyum ben.

Bazen üç noktayım, anlamları deviren.

Bazen üç noktayım ben, sonsuzluğa uzanan...

Bazen hiç noktam olmaz benim.
Beni benden alan.
Ben, benden geçeli oldulara kaldım.
Kaçırdım bütün trenleri o bozkır yolunda.
Arkasından baktım atlıların.

Geç kaldık.
Geçmişte kaldık.
Yarına uzanan yollarda, eskiden takıldığımız çukurlara küfür ettik.
Ettik, ve arkamıza dönüpte baktık ki hiç yol gidememişiz daha.

Biz,
Kaybolduk.
Boğulduk.
Ve kudurduk.
Biz,

Biz muhtaç varlıklar olduk.
Yol gösterilmeye muhtaç
Hep öyleydik zaten.
Şimdilerde tek yapabileceğimiz.
Bize yol gösterecek o ışığı beklemek.
Yaşlanmak ve gücenmek.
Yaslanmak ve beklemek.
İşte bu.
Hayata konan üç nokta...